Ana Sayfa Üye ol Yorumlar Facebook Üye Girişi

z-arama-motoru(site-ici)-1

Atatürk Devrimleri

Atatürk Devrimleri 1. Siyasal Devrimler Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922) Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923) Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924) 2. Toplumsal Devrimler Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934) Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925) Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925) Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934) Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934) Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931) 3. Hukuk Devrimi Mecellenin kaldırılması (1924-1937) Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937) 4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924) Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928) Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932) Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933) Güzel sanatlarda yenilikler 5. Ekonomi Alanında Devrimler Aşârın kaldırılması Çiftçinin özendirilmesi Örnek çiftliklerin kurulması Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması



Cumhuriyetin ilanı 29 Ekim 1923 29 Ekim 1923 yılında ilan edilen cumhuriyet tamamen halkın iradesini gözeten bir yönetim şeklidir. Cumhuriyet; demokratik bir ortamda, halkın kendi kendisini yönetecek kişileri seçme ve seçilme özgürlüğüdür. Atatürk’te bu rejim sistemini seçerek ülkesinin yönetiminde halkının söz sahibi olmasını istemiştir. 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile babadan oğula geçen yönetim biçimi olan, padişahlıkta tamamen ortadan kaldırılmıştır. Gerçekte TBMM`nin açıldığı tarih olan 23 Nisan 1920’de milli egemenliğin hakim kılındığı yeni bir devlet kurulmuştu ama Kurtuluş Savaşı’nın devam ettiği o günlerde bu yeni rejim sistemini açıklamak yada adını koymak milli birlik ve beraberlik açısından uygun görülmemişti. Saltanatın kaldırılması ve Lozan Antlaşması’nın yapılmasından sonra, TBMM’de en çok tartışılan konulardan belki de en büyüğü yeni kurulan devletin niteliği sorunuydu. Bu yüzden yeni devlet rejiminin bir an evvel açık bir şekilde belirlenmesi gerekiyordu. Mustafa Kemal Paşa 28 Ekim gecesi arkadaşlarına sorunun çözümüne ilişkin düşüncelerini açıkladı. İsmet İnönü ile beraber o gece devletin niteliğinin cumhuriyet olduğunu saptayan bir yasa tasarısı hazırladı. Mustafa Kemal Paşa milletvekilleri ile bir bir görüşerek, hazırladıkları kanun tasarısı ile ilgili düşüncelerini öğrendi. Bu tasarıda “Hakimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğu ve Türkiye Devletinin hükümet şekli cumhuriyettir” gibi hükümler yer alıyordu. Görüşmelerin ardından parti grubunda cumhuriyetin ilanı kabul edildi. Hemen ardından Büyük Millet Meclisi toplandı ve ilk önce anayasa komisyonunun tutanağı okundu. Bazı milletvekilleri cumhuriyet ile ilgili ateşli ve heyecanlı konuşmalar yaptılar. Ardından Şair Mehmet Efendi bütün milletvekillerini “yaşasın cumhuriyet” diye bağırmaya davet etti. Tüm milletvekilleri hep bir ağızdan “yaşasın cumhuriyet” diye bağırdılar. 29 Ekim 1923 günü kanun kabul edilerek yeni Türk Devletinin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak değiştirilmiş oldu. Atatürk’ün siyasal alanda yaptığı devrimlerden bir tanesi olan cumhuriyetin ilanı ile artık Türk milleti kendi yönetim şeklini de tamamen değiştirmiş bulunmaktaydı. 29 Ekim tarihinde anayasanın bu konuya ilişkin ilgili maddeleri değiştirilerek ülkenin yeni yönetim şeklide cumhuriyet olarak şekillendirilmiştir. Oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanlığına seçilerek, ilk Cumhurbaşkanımız olmuş ve kürsüye çıkarak şöyle demiştir: “Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.”

Eğitim ve Öğretim Devrimi Atatürk, Türk toplumunun eğitim ve kültür seviyesinin yükseltilmesi ile öğrenim gören kişi sayısının artırılmasını amaçladığı eğitim ve öğretim alanında köklü değişiklikler yapmıştır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924) Osmanlı toplumunda yaygın halde bulunan mahalle mektepleri ve medreseler TBMM tarafından 3 Mart 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretimin Birleştirilmesi) ile kaldırılmıştır. Böylece bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Türkiye’deki bütün eğitim ve öğretimin sadece devletin denetimi altındaki okullarda yapılması sağlandı. Yabancı ve azınlık okullarının Milli Eğitim Bakanlığı’nca denetlenmesi sağlandı. Böylece, yabancı ve azınlık okullarının zararlı çalışmaları önlenmiş oldu. Bundan başka bu okulların ders programlarına Türkçe kültür dersleri konuldu. Bu dersler Türk öğretmenler tarafından okutulmaya başlandı. Medreselerin Kaldırılması Medreseler; Kişiler tarafından kurulan vakıf kuruluşlarıydı. Vakıfları parasal yönden denetleyen devlet medreselerde sürdürülen eğitim ve öğretim işleri ile hiç ilgilenmezdi. Din adamı, müderris ve kadı yetiştiren kurumlar olan medreselerde okutulan dersler daha çok din bilimleri olup, pozitif ilimlere çok az yer veriliyordu. Medreseler, izledikleri öğretim yöntemi yönünden kendisini yenileyememiş, gelişen dünyanın gerisinde kalmıştı. Tanzimat döneminde Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı) kurularak, eğitim ve öğretim devletin bir görevi olarak benimsenmişti. TBMM, eğitim ve öğretim işlerini Milli Eğitim Bakanlığı’na vererek, kaldırılan mahalle mektepleri ve medreselerin yerine bir çok şehirde meslek okulları, öğretmen okulları, teknik okullar, ortaokul ve liselerin açılması sağlanmıştır. Çıkarılan Üniversiteler Kanunu ile Darülfünün kaldırılmış yerine İstanbul Üniversitesi kurulmuştur.

Harf Devrimi Arap harflerinin yerine Türk harflerinin kullanılmasının sağlandığı harf devrimi “Türk Harfleri” adıyla 1353 sayılı kanunla, 1 Kasım 1928’de kabul edildi. Atatürk, 1926 yılından beri yaptırdığı araştırmaların sonucunda artık kullanılmakta olan Arap Alfabesi’nin zorluğuna karşın Latin Alfabesi’nin Türkçe’ye daha uygun bir lisan olduğu kanaatine varmıştı. İlk olarak İstanbul Sarayburnu Parkı’nda 9 Ağustos 1928 gecesi düzenlenen bir şenlik sırasında halka hitaben şu konuşmayı yapmıştır: “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Arkadaşlar, bizim güzel ahenkli, zengin lisanımız yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlaşacağız ki, milletimizin yazısıyla kafasıyla bütün medeniyet aleminin yanında olduğunu gösterecektir. Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete, kadına, erkeğe, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz” Yeni Türk Alfabesi’nin kabul edilmesinde sonra yurdun dört bir yanında Millet Mektepleri açılmış, halka yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir. Atatürk’te bu çalışmalara “Millet Mektepleri Başöğretmeni” sıfatıyla bizzat katılmıştır. Harf Devrimi’nin nedenleri (Latin alfabesine geçilmesinin sebepleri) Türkçe’yi daha okunur ve anlaşılır bir hale getirmek. Okuma yazmayı kolaylaştırmak ve ülke geneline yaymak. Modern bir öğretim ve eğitimin gerçekleşmesini sağlamak.

Şapka devrimi ve kılık kıyafet değişiklikleri; Atatürk yapmış olduğu devrimlerde Türk toplumunun uygar milletler gibi giyim ve kuşamda da ileri bir seviyede olmasını istemiştir. İşte bu yüzden yapacağı bazı devrimlere zemin hazırlamak açısından da oldukça önemli olan kılık ve kıyafet değişikliklerine oldukça önem vermiştir. Elbetteki bir düzen içerisinde bazı devrimler hayata geçiriliyor ve bu devrimlere toplum hazır oldukça devam ediliyordu. Atatürk ilk olarak bir yurt gezisinde Kastamonu’da halkın karşısına şapka giyerek çıkmış ve toplumun ilk tepkilerini ölçmüştür. Kastamonu’nun bir Anadolu şehri olması ve ilk tepkilerinin olumlu olması ile şapka giyilmesi toplumda kademe kademe rağbet görmüştür. Bu da yapılacak diğer devrimlere zemin hazırlamıştır. Atatürk bu konuda Nutuk’ta der ki: “Fesin kaldırılması zorunluydu. Çünkü fes, kafalarımızın üstünde, bilgisizliğin, bağnazlığın, uygarlık ve her türlü ilerleme karşısında duyulan nefretin bir simgesi gibi oturuyordu.” Buradan da anlaşılacağı üzere Atatürk fes’i her tülü ilerlemenin karşısında duran bir engel olarak görmekle aslında yapacağı bazı devrimlerinde müjdesini veriyordu. İlk olarak konu Millet Meclisi’ne bir kanun teklifi olarak getirildi. Atatürk ilk önce Bakanlar Kurulu’nu toplayarak 2 Eylül 1925’te çok önemli üç kararname çıkarılmasını sağladı. Bu kararnameler: 1- Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kararname, 2- İlmiye sınıfının kılığına ilişkin kararname, 3- Devlet memurlarının kılığına ilişkin kararnamedir. 25 Kasım 1925’te TBMM’de “Şapka Kanunu” kabul edilmiş, bu kanuna uymayanlar hakkında çeşitli ceza müeyyideleri uygulamaya konulmuştur. Kadınların çarşaf, peçe gibi kıyafetler yerine çağdaş giysiler giymeleri sağlanmış, erkeklerde fes yerine şapka giyilmesi kanuni zorunluluk haline getirilmiştir. 3 Aralık 1934’te çıkarılan bir kanunla din adamlarının ibadet yerleri dışında dini kıyafetlerle gezmeleri yasaklanmış, yalnızca Diyanet İşleri Başkanı ve diğer dinlerin en yetkili kişilerinin özel kıyafetleri ile dolaşabilmelerine izin verilmiştir. Şapka ve Kıyafet Devriminin sonuçları: Yapılacak olan devrimlerin önü açılmış, Türk toplumu daha modern ve çağdaş kıyafetlere kavuşturulmuş, dinsel amaçlı kullanılan giysilerden uzaklaştırılmıştır. Ayrıca Türk kadınının toplum içerisindeki değeri ve saygınlığı da artırılmıştır. Şapka devrimi ile çağdaş bir toplum olma yolunda önemli bir adım atılmıştır.

Medeni Kanun’un kabulü (17 Şubat 1926) Medeni Kanun’un kabulü (17 Şubat 1926) ile sosyal alanda tam bir eşitlik anlayışı gerçekleştirilmiştir. Osmanlı Devleti döneminde uygulanan ve din kuralları ile yürütülen hukuk işleri, çağdaş bir uygarlığa adım atmış Türk toplumunun gereksinimlerini karşılayamaz görüntüsü veriyordu. İlk olarak Tanzimat döneminde hazırlanan Mecelle ile bir takım yenilikler getirilmiş ancak yeterli olmamıştı. Kişilerin aile kurumu, mülkiyet ilişkileri, miras sorunları, hak ve borçları, satın alma, kiralama gibi bir çok konuda eksiklikler taşıdığından, tam bir Medeni Kanun sayılamazdı. İşte bu sebeplerden dolayı, İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak hazırlanan Medeni Kanun TBMM’de kabul edilerek 17 Şubat 1926 yürürlüğe konmuştur. Medeni Kanunun Kabulü ile Türk aile yapısında olumlu değişikliler meydana gelmiştir. Türk Medeni Kanunu’nun getirdiği yenilikler: Ailede kadın erkek eşitliği sağlanmıştır. Yapılacak evliliklerde resmi nikah yapma zorunluluğu getirilmiştir. Tek eşle evlilik yapılması esası getirildi. Kadınlara toplum yaşayışı içerisinde istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanınmıştır. Mahkemelerde tanıklık yapma ve miras ile boşanma konularında kadın ve erkek eşit hale getirilmiştir.

Kadın Haklarının Tanınması Atatürk, toplumun bir parçası olan kadınların her alanda ileri bir seviyede olmasını arzu etmiştir. Daha önceleri Osmanlı toplumunda kadınlar yaşamsal ve sosyal açıdan hiç bir öneme sahip olmazken, Medeni Kanun’la kadınlara toplumsal açıdan bazı haklar tanınmış, siyasal açıdan pek bir değişiklik olmamıştı. Atatürk’ün yapmış olduğu girişimler neticesinde, Türk kadınlarının iktisadi ve siyasal yaşama katılımlarının sağlanabilmesi açısından bir dizi değişiklikler yapılmıştır. Kadınlara, 1930 yılında belediye seçimlerinde seçme, 1933 yılında çıkarılan Köy Kanunuyla muhtar seçme ve köy heyetine seçilme, 1934’te Anayasada yapılan bir değişiklikle milletvekili seçme ve seçilme haklarının tanınmasıyla, Türk kadını layık olduğu değere kavuşmuştur. Kadınlara tanınan bu hakların o yıllarda bir çok Avrupa devletlerinde bile bulunmayışı, Atatürk’ün kadın haklarına verdiği değer ve önemi en güzel şekilde ortaya koymaktadır.

Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik (1925-1935) Yurt içi ve yurt dışındaki ticari ilişkilerin düzenlenmesinde, çeşitli kolaylıkların sağlanması adına yapılan değişiklikleri kapsamaktadır; Ağırlık ölçüsü birimi olarak kullanılan okka yerine, kilo ve gram, uzunluk ölçüsü birimi endaze yerine, metre ve santimetre gibi ağırlık ve ölçü birimleri getirilmiştir. 1925 yılında çıkarılan kanunla Hicri ve Rumi takvimler yerine Miladi takvim kabul edilerek 1 Ocak 1926’dan itibaren de kullanılmaya başlanmıştır. Güneşin batışına göre ayarlanan saat yerine, çağdaş dünyanın kullandığı saat sistemi kabul edilerek ezani saat uygulamasından bu günkü kullandığımız modern saat uygulamasına geçilmiştir. Milli bayramlar ve tatil günleri yeniden düzenlenmiş,1935 yılında çıkarılan kanunla hafta tatili Cuma’dan, Cumartesi öğleden sonra ve Pazar gününe alınmıştır. Böylelikle; Miladi takvimin kullanılmaya başlanması, ağırlık ve uzunluk ölçü birimlerinde yapılan değişikliklerin hayata geçirilmesi, bir günün 24 saate bölünerek günlük yaşayışın yeniden şekillendirilmesinin sağlandığı modern saat uygulamasına geçilmesi, milli bayramlar ile tatil günlerinin tekrar düzenlenmesi ile uluslar arası ticari ilişkilerin gelişimi açısından oldukça önemli adımlar atılmıştır. Takvim saat ve ölçülerde değişiklik yapılması neticesinde en büyük kazancı ülke ekonomisi elde etmiştir.

Saltanatın Kaldırılması Osmanlı Devleti’nin her döneminde hüküm süren saltanata artık bir son verilmeliydi. TBMM’nin açılması ile başlayan yeni dönemde, bu konu değerlendirilmiş ve 1 Kasım 1922 tarihinde kabul edilen kanunla Saltanat kaldırılmış, halifelikte tamamen saltanattan ayrılmıştır. Atılan bu önemli adım, Osmanlı Devleti’nin hukuki olarak sona erdiği manasına gelmekteydi. Yapılan bu büyük inkılap sayesinde uluslar arası yapılacak antlaşmalarda artık Osmanlı Devleti olmayacaktı. 20 Ocak 1921’de kabul edilen anayasa ile egemenliğin artık millete ait olduğu belirtilmişse de, o dönemde Kurtuluş Savaşı’nın devam etmesi nedeni ile saltanatın kaldırılabilmesi için şartlar henüz olgunlaşmamıştı. Atatürk, Türk milletinin geleceği için yaptığı çalışmalarda istediği hedeflere bir bir ulaşıyordu. Mecliste yapmış olduğu konuşmada milletin kendi gayretleriyle bağımsızlığını kazandığını, bu yüzden saltanatın kaldırılması gerektiğini savunuyordu. Zaten Osmanlı devletinden kalma saltanatın devamı milli mücadelenin de ruhuna ters bir hal teşkil ediyordu. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış ancak halifelik makamı halen devam etmekteydi. Bu makama TBMM kararı ile Osmanlı sülalesinden Abdülmecit Efendi getirildi.

Halifeliğin kaldırılması İlk dört halife seçimle iş başına gelmesine rağmen, Emeviler zamanında bu sistem değiştirilmiş ve halifelik makamı babadan oğula geçer duruma getirilmişti. Abbasiler devrinde de bu saltanat dönemi devam etti. Aslında İslamiyet’in ilk yıllarında bu sistem bu şekilde işlemiyordu. Ancak daha sonraki devirlerde bu sistem amacı dışına çıkarılmış ve sadece saltanat haline dönüştürülerek belli bir zümrenin emrinde yanlış kullanılır hale getirilmiştir. Halifelik zaman içerisinde Osmanlı Devleti tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Bu durum bağımsızlığını kazanmış Türk Devleti’nin karşısında bir sorun olarak duruyordu. 1 Kasım 1922 tarihinde saltanat ve halifelik makamı birbirinden ayrılmış, saltanat tamamen kaldırılmış, halifenin yetkileri de sadece dini konular ile sınırlı bir hale getirilmişti. Halifelik makamında son olarak görevde bulunan Abdülmecit Efendi’nin de devlet işleri ile uğraşma girişimleri göz önüne alındığında, halifelik makamının gereksiz olduğu ve devlet adına sorunlar oluşturduğu gerçeği apaçık ortada duruyordu. Atatürk bu sorunun biran evvel halledilmesi için çalışmalarda bulundu. 1 Mart 1924 tarihinde Atatürk’ün mecliste yaptığı konuşma ile halifeliğin kaldırılması gerektiği herkesçe kabul gördü. 3 Mart 1924’te TBMM tarafından çıkarılan bir kanunla halifelik kaldırılarak, yeni yapılacak ilke ve inkılapların önü tamamen açılmış oldu. Halifeliğin kaldırılmasının sonuçları: Yeni kurulan Türk Cumhuriyeti Devleti’nin laik düzene geçişi kolaylaştı. Yapılacak ilke ve inkılapların önü açılmış oldu. Saltanat ve Hilafet yanlılarının dayandığı en önemli güç odağı yok edildi. Din işlerinin doğru ve düzenli bir şekilde işlemesinin çalışmalarına başlandı.


Soyadı Yasasının Kabulü (21 Haziran 1934) Soyadı yasası 21 Haziran 1934 yılında çıkarılmıştır. Yasanın çıkarılmasıyla her Türk vatandaşı kendisine uygun bir soyadı almakla yükümlü tutulmuştur. Alınacak soyadlar Türkçe olacak, gülünç, ahlaka aykırı, rütbe, memurluk, yabancı ırk ve millet adları kullanılmayacaktı. TBMM 24 Kasım 1934 yılında çıkardığı 2258 sayılı kanunla, Mustafa Kemal’e Türk’ün atası anlamını taşıyan “Atatürk” soyadını Türk milletinin bir şükran ifadesi olarak vermiştir. Yine 1934 yılı içerisinde çıkarılan yasayla insanlar arasındaki ayrıcalıkları belirten ağa, bey, hacı, hafız, paşa, molla, hanımefendi ve hazretleri gibi lakap ve unvanların kullanılması yasaklanmış, böylece soyadı kullanımıyla da yasalar önünde insanların eşit bir hale gelmesi sağlanmıştır. Milli Mücadelede gösterilen başarılardan dolayı verilen madalyaların kullanılması dışında, Osmanlı idarecilerinin verdiği her türlü nişan ve rütbelerin kullanılması yasaklanmıştır.

Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925) Osmanlı toplum ve eğitim hayatında önemli bir yere sahip olan tekke ve zaviyeler zamanla yozlaşmış çağ dışı kurumlar haline gelmişti. Toplumda ayrılık unsuru oluşturan bu kurumların laik Türkiye Cumhuriyeti ile bağdaşma olanağı yoktu. Bu nedenle, 30 Kasım 1925’te çıkarılan bir kanunla tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı. Şeyh, derviş, mürid, dede gibi unvanlarda yasaklandı. Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler ve müridler memleketi olamaz. En doğru tarikat medeniyet tarikatıdır.” demiştir.

Türk Tarih Kurumu’nun Kurulması (15 Nisan1931) Türk tarihi binlerce yıllık bir geçmişe sahiptir. Günümüzden 6500 yıl öncesi gelişmiş bir medeniyete sahip olan Türkler, zamanla üç kıtaya yayıldılar. Gittikleri her yerde sayısız devletler kurdular, medeniyetler oluşturdular. Egemen oldukları yerlerde günümüze kadar gelen değerli eserler bıraktılar. Yeterince incelenmemiş bu medeniyetleri ortaya çıkarmak ve tanıtmak gerekiyordu. 1932 de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde Türk tezi ortaya atıldı. Türk Tarih Kurumu, Türk milletinin dünya milletleri arasındaki seçkin yerini bütün dünyaya göstermek ve Avrupalıların Türk tarihi hakkındaki yanılgılarını düzeltmek üzere araştırma kurumu niteliğinde açıldı. Türk Tarih Kurumu, kendi içinde Türk Tarihini Araştırma Kurulu oluşturmuştur.Türk Tarih Kurumu’nun açılmasıyla, Osmanlı Devleti öncesi Türk tarihi ve Anadolu tarihinin araştırılması da sağlanmıştır. Atatürk, “Türk milleti, tarihinle övün, çünkü senin ecdadın, medeniyetler kuran, devletler, imparatorluklar yaratan bir mevcudiyettir.” diyerek Türk tarihine verdiği büyük değeri ortaya koymuştur.

Türk Dil Kurumu’nun Kurulması (12 Temmuz 1932) Osmanlı döneminde Türk dili Arapça ve Farsça’nın etkisinde kalmıştı. Türk Dil Kurumu kurulurken; -Türk dilini yabancı dillerin etkisinden kurtarmak, -Türk dilinin kökenini araştırmak, -Türkçe’yi zenginleştirmek ve bilim dili haline getirmek amaçlanmıştır. Türk Dil Kurumu, halk dilindeki sözcükleri toplayarak derlemeler meydana getirdi. Bir Türkçe sözlük hazırladı. Bu çalışmalar sonucu, konuşma dili ile yazı ve bilim dili arasında önceden var olan ayrılığın kaldırılması konusunda önemli gelişmeler sağlandı.

Sanayi alanında yapılan yenilikler Türkiye, çeşitli sanayilerin kurulabileceği ve gelişebileceği her türlü ham madde kaynaklarına sahip bulunuyordu. Bu nedenle Türkiye’de milli ve modern bir sanayi kurulmalıydı. Atatürk sanayileşmenin gerekliliğini şu sözlerle ifade ediyordu: “Sanayileşmek, en büyük milli davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde mevcut olan büyük-küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. En başta vatan müdafaası olmak üzere, mahsullerimizi kıymetlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve refah seviyesi yüksek Türkiye idealine ulaşabilmek için, bu bir zarurettir.” Cumhuriyetin ilk yıllarında sanayileşmeyi gerçekleştirebilmek için özel sektör yeterli sermayeye ve deneyime sahip değildi. 1924’te ulusal sermaye birikimini sağlamak amacıyla Türkiye İş Bankası kuruldu. 1929 yılına kadar kurulan banka sayısı 27’si yöresel olmak üzere 29’u buldu. Büyük sanayi tesislerinin kurulması işi devlet tarafından üstlenildi. Bununla beraber devlet, özel sektöre bırakılan sanayi alanında faaliyetleri de korumayı prensip olarak kabul etti. Belirlenen kararlara göre düzenlenen sanayi programının başlıca konuları şöyleydi 1-Mevcut sanayi tesislerini korumak ve yenilerinin yapılmasını teşvik etmek. 2-Ülkenin ihtiyaç duyduğu büyük sanayi tesislerini devlet eliyle kurmak. 3-Sanayi için gerekli elemanları yetiştirmek amacıyla teknik öğretim okulları açmak. Osmanlı Devleti zamanından cumhuriyet yönetimine kalan yıpranmış haldeki sanayi tesislerini kullanılır hale getirmek ve işletmek için 1925’te Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası kuruldu. Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası, özel sektöre kredi vermek, devlete ait olup da kendisine devredilecek fabrikaları işletmekle görevlendirildi. Daha sonra bu banka adını Sümerbank adını aldı. Sümerbank bünyesinde kurulan çimento fabrikaları ve demir çelik tesisleri zamanla bağımsız bir kuruluş haline geldi. 1925’te şeker fabrikaları için özel teşvik ve imtiyazlar getiren bir kanun kabul edildi. Alpulu ve Uşak şeker fabrikaları kuruldu. 28 Mayıs 1927’de Teşvik-i Sanayi Kanunu (Sanayiyi Özendirme Kanunu) çıkarıldı. 1929 Dünya ekonomik bunalımının Türkiye’yi de etkilemesi üzerine 1933’de planlı ekonomiye geçildi. Birinci Beş yıllık kalkınma planı (1933-1938) uygulandı. Yurdun çeşitli bölgelerinde fabrikalar açılarak kalkınmada bölgeler arası bir denge kurulmaya çalışıldı. 1935’te yer altı kaynaklarını işletmek ve elektrik santralleri kurmak amacıyla Etibank,maden aramak ve bulmak içinde Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) kuruldu. 1938’de çıkartılan İkinci Beş yıllık Kalkınma Planı ise İkinci Dünya Savaşı’nın olağanüstü koşulları nedeniyle uygulamaya konulamadı.

Sağlık ve tıp alanında yapılan yenilikler 23 Nisan 1920’de yeni Türk Devleti kurulunca, sağlık hizmetleri devlet hizmeti olarak ele alındı ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı kuruldu. Böylece sağlık ve sosyal yardım işleri devlet bünyesinde toplanmış oldu. 1923 yılında sağlık hizmetleri ülke genelinde yaygınlaştırılırken, ilk yıllarda koruyucu hekimliğe önem verildi. 1924’te alınan bir kararla Ankara, İstanbul, Sivas, Trabzon, Erzurum ve Diyarbakır’da örnek hastaneler yaptırıldı. Bu hastanelere bulunduğu ilin adı ile birlikte Numune Hastanesi adları verildi. 1930 yılında çıkarılan Umumî Hıfzısıhha Kanunu’nda koruyucu sağlık hizmetleri yönünde önemli düzenlemeler yapıldı. Ülkenin her yerinde yeni hastaneler ve dispanserler açıldı. 1933’te açılan İstanbul Üniversitesi bünyesindeki tıp fakültesinin eğitim programlarının geliştirilmesine önem verildi. Kolera, veba, tifo, çiçek, kızamık, menenjit, verem ve sıtma gibi birçok bulaşıcı hastalıklara karşı sistemli bir mücadele başlatılarak bu hastalıkların sağlık kuruluşlarına bildirilmeleri zorunluluğu getirildi. Bu hastalıkların tedavisinin parasız yapılabilmesi için kararlar ve tedbirler alındı. Ankara’da açılan Hıfzısıhha Enstitüsü’nde üretilen aşılar bütün yurda dağıtıldı. Sınırlarda sağlık kontrolleri artırılarak bulaşıcı hastalıkların ülkeye girmemesi için tedbirler alındı. Bataklıklar kurutuldu. Kızılay teşkilatı devletin desteği ve halkın bağışlarıyla güçlendirildi. Bu sayede Kızılay, daha çok kişiye yardım etme olanağını elde etti. Böylece sağlık hizmetlerini üstlenen devlet, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren sağlık alanında birçok başarı elde etti.

Ticaret alanında yapılan yenilikler Sürekli savaşlar yüzünden güvenliğin sağlanamaması ve kapitülasyonlar sonucu rekabet ortamının bulunmaması gibi nedenlerle, Türk aileleri çocukları için ticaret mesleğine sıcak bakmıyor, memurluk ve subaylığı tercih ediyorlardı. Bu nedenle, memleketin iç ve dış ticareti yabancılar ile Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklarının eline geçmişti. Batılı devletler, Türkiye ile ticari ilişkilerinde kapitülasyonlardan ve azınlıkların aracılığından yararlandıkları için Türk tüccarların iş yapabilme olanakları oldukça kısıtlıydı. Lozan Antlaşması’yla kapitülasyonların kaldırılması ve ticareti koruyan kanunların çıkarılması, iç ve dış ticaretin gelişmesi için ortam oluşturdu. Atatürk, ticaretin desteklenmesi ve gelişmesini sağlamak için Türkiye İş Bankası’nı kurdu (26 Ağustos 1924). İş Bankası’nın sağladığı kredi kaynakları sonucu, Türk tüccarlar ticaret hayatına hakim oldular. Deniz ulaşımının büyük bir bölümü ile önemli limanların işletilmesi yabancı şirketlerin elindeydi. Lozan Antlaşması’nda Türk gemilerinin kabotaj hakkı kabul edildi. 1 Temmuz 1926 yılında Kabotaj Kanunu çıkarıldı. Bu kanun ile Türk denizlerinde yük ve yolcu taşıma hakkı sadece Türk gemicilerine verildi. Böylece denizlerimizde de bağımsızlık sağlanmış oldu. Her yıl 1 Temmuz günü Kabotaj ve Denizcilik Bayramı olarak kutlanmaktadır. Türkiye’de milli sermaye birikimini sağlamak ve Türk ekonomisinin para işlerini düzenlemek amacıyla 11 Haziran 1930’da kabul edilen yasa ile Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kuruldu. Diğer yandan, yabancıların kurduğu ticaret işletmelerinin satın alınmasıyla Milli Ekonomi İlkesi’nin uygulanması sürdürüldü. Ticaret alanında alınan önlemler sonucunda, iş kapasitesi artmış, bankacılık, sigortacılık, kooperatifçilik ve şirketler hızlı bir şekilde gelişme göstermiştir.

Bayındırlık Alanında Yapılan Yenilikler Anadolu’yu imar etmek, cumhuriyet yönetiminin önemle ele aldığı bir konu olmuştur. Şehirler yeniden onarılırken, eğitim, sağlık ve sanayi amaçlı binaların artırılmasına önem verilmiştir. Kara ve demir yolları ihtiyaca cevap verecek durumda olmadığından, temel ulaşım ağı kurulmasına önem verilerek, devletin etkinliğinin artırılmasına, ülkenin güvenliğinin sağlanmasına, milli ekonominin geliştirilmesine azami çaba gösterilmesi ilkeleri benimsenmiştir. Ülke içinde bir ulaşım ağının kurulması askeri yönden de gerekliydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında dünyada en yaygın ulaşım türü, demir yolu idi. Ayrıca demir yolu o dönemde yurdun ekonomik ve doğal şartlarına en elverişli ulaşım şekliydi. 1924 yılında kabul edilen kanunlarla demir yollarının yapımına başlandı. Bir yandan yabancıların işlettiği demir yolları satın alınırken, diğer yandan yenilerinin yapımına hız verildi. Ankara-Kayseri-Sivas-Erzurum, Sivas-Samsun-Çarşamba, Zonguldak-Ankara, Sivas-Malatya-Fevzipaşa, Malatya-Diyarbakır hatlarıyla yurdun bütün önemli merkezleri birbirine bağlandı. Ayrıca, Balıkesir-Kütahya hattı ile Kuzeybatı Anadolu yeni hatlarla birleşti. Yapılan bu demir yollarının, ülke kaynaklarıyla bitirilmiş olması kayda değer bir olaydır. 1927’de Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı olarak Devlet Demir Yolları ve Limanları Genel Müdürlüğü kuruldu. Kara yollarının yapımına 1950 yılından itibaren büyük önem verilmiş, büyük şehirler düzgün kara yolları ile birbirine bağlanmıştır. Cumhuriyet Hükümeti, deniz ulaşımına da büyük önem verdi. Lozan’da elde edilen işletme hakkı ile Türk liman ve iskeleleri arasında yük ve yolcu taşıma hakkı Türk gemilerine verilmişti. Satın alınan yeni gemilerle deniz ticaret filosu güçlendirildi. Türk armatörlere kredi kolaylıkları sağlandı. Özel sektör gemi yapımına ve işletmeciliğine teşvik edildi. 1930’dan sonra ise gemi inşası ve işletmeciliğinde devlet ön plana çıktı. Limanlar yapılarak deniz ulaşımı, iç ve dış ticaretin gelişmesi yolunda önemli adımlar atıldı. Türk kıyıları arasında düzgün posta seferleri işletme tekeli Denizyolları İşletmesi İdaresi’ne verildi. Deniz yollarını ve ticaret filosunu güçlendirmek için 1937’de Denizbank kuruldu. Türkiye’de ilk Milli Hava Ulaştırma Teşkilatı 1933’te Hava Yolları Devlet İşletme İdaresi adıyla kuruldu. İlk ticari seferlerini Ankara, Eskişehir ve İstanbul arasında yaptı. Yeni hava meydanları yapıldı. Uçak bakım onarımı için tesisler inşa edildi. Milli Hava Ulaştırma Teşkilatı 1938’de Devlet Hava Yolları Umum Müdürlüğü adını aldı.

Tarım Alanında Yapılan Yenilikler Osmanlı Devleti zamanında halkın yüzde 80’i tarımla uğraşıyordu ve milli gelirin önemli bir kısmı tarımdan elde ediliyordu. Batılı ülkeler modern usullerle tarım yaparken, ülkemizde ilkel yöntemlerle toprak işleniyordu. Cumhuriyet idaresinin üzerinde önemle durduğu bir konu da tarımın geliştirilmesi olmuştur. Atatürk, “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüsüdür. O hâlde herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete müstahak ve lâyık olan köylüdür.” diyerek yüzlerce yıl ezilen köylünün gerçek değerini ifade etmiştir. Tarımı düzenlemek için her şeyden önce köylünün durumunu iyileştirmek gerekiyordu. Hükümet bu düşünceye dayanarak köycülük siyasetinin esaslarını şöyle belirledi: -Toprağı olmayan köylülere toprak verilmesi -Köylüden ağır vergilerin kaldırılarak maddi açıdan güçlenmesinin sağlanması -Köylünün üretim imkanlarının arttırılması -Köylünün bilgi ve görüşünü yükseltecek tedbirlerin alınması Tarım kesiminde çiftçinin durumunu güçleştiren etkenlerden biri de vergi yükünün ağır olmasıydı. Aşar vergisi, Osmanlı döneminde çiftçinin devlete ödediği bir vergiydi. Çiftçi kesimi ürününün onda birini devlete vermek zorunda olduğu bu vergiyi ödemede büyük güçlük çekiyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Aşar vergisi, genel bütçe gelirinin yüzde yirmi beşini oluşturuyordu. Cumhuriyet Hükümeti cesur bir kararla 17 Şubat 1925’te Aşar vergisini kaldırdı. Böylece tarımsal gelişme için iyi bir ortam hazırlanmış oldu. Tarımsal üretimi artırmak için yeni ve gerçekçi önlemler alındı. Bu önlemler doğrultusunda köylü ve üreticiye tohum, fidan, damızlık hayvan ve borç para verildi. Köylünün her açıdan ihtiyacının giderilmesinin amaçlandığı 1929’da Tarım Kredi Kooperatifleri kuruldu. Örnek çiftlikler, fidanlıklar ve haralar oluşturuldu. Ülkemizin iklimine uygun yeni ürünler yetiştirildi. Traktör kullanımını yaygınlaştırmak için Hükümet, mali ve yasal düzenlemeler yaptı. Ziraat Bankası’nın verdiği kredi koşulları kolaylaştırıldı. Pulluk kullanımı yaygın hale getirildi. Yurdumuzun her bir yöresinde şeker pancarı, Karadeniz Bölgesi’nde çay, Güney bölgelerimizde turunçgiller yetiştirilmeye başlandı. Türkiye’nin gelişmiş bir tarım ülkesi haline gelebilmesi için orta dereceli ziraat okulları açıldı. Ziraat uzmanlarının sayısını artırmak için Avrupa’ya öğrenciler gönderildi. 1933 yılında Ankara’da Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı. 2 Haziran 1929’da topraksız çiftçiye toprak dağıtılması hakkında bir kanun kabul edildi. Ancak bu kanun, kişilere ait toprakların ve hazine topraklarının tam olarak belirlenememiş olması nedeniyle uygulamaya konulamadı. Hayvancılık ve ormancılığın geliştirilebilmesi içinde önemli tedbirler alındı. Hayvancılığın geliştirilmesi için çiftliklerin kurulmasına başlandı. Gazi Orman Çiftliği’nin kurulmasında Atatürk bizzat işin başında yer aldı. Silifke Tarsus ve Dörtyol’da da çiftlikler kuruldu. Bu çiftliklerin modern tarımın yerleşmesine büyük katkıları olmuştur.


bugün 24 ziyaretçi burdaydı
© 2014 İnternetkurdu | Tüm Hakları Saklıdır | TK-Renkli V2
Kod dostu Tasarım sepeti 
Salih Toy Hitini arttır 
Forum of bs Futbol haberleriniz 
Pima oyun  Link Takas 
Tasarım kurdu  Link Takas 
Link Takas  Link Takas 
Sitemizin bedavasitem'e kayıt tarihi : 18.09.2013 olsada asıl yayına 31.05.2014 tarihinde girmiştir. Sitemiz üyelerimize ve ziyaretçilerimize doğru bilgiyi vermek eğlendirirken öğretmek internetten internetkurdu ile yararlanmasını sağlamak amacıyla kurulmuştur

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol